Cumhuriyet’in 100. yılı: Türkiye’de Kadın Hareketi nasıl evrildi?

Günce Akpamuk

Türkiye’de kadın hakları mücadelesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, özellikle II. Meşrutiyet’in gündemini oluşturan özgürlük ve eşitlik fikrinin yaygınlaşmasıyla, cinsiyet ayrımının sorgulanmasıyla sesini yükseltmeye başladı.

II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’den, Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi’nin İstanbul’da yapıldığı 1935’e kadarki “feminizmin ilk evresi” diyebileceğimiz dönemde, kadınlar toplumda etkin ve görünür hale geldi.

Türkiye’deki kadın hareketleri üzerine çalışan siyaset bilimci Prof. Yeşim Arat, kadın hakları mücadelesinin 100 yıl içinde geliştiğini, istenen hakların değiştiğini, mücadeleye katılan kadınların çeşitlendiğini, mücadele yöntemlerinin çoğalıp renklendiğini söylüyor.

BBC Türkçe’ye konuşan Arat, “Belki de en büyük kazanım kadın hareketinin kendisiydi” diyor.

Arat’a göre kadınlar, mücadele verdikleri eğitim ve iş hayatına katılım gibi haklardan daha yaygın bir biçimde yararlandı; daha önce gündeme getirilmeyen kadınlara yönelik şiddet ve cinsel özgürlükler gibi sorunlar kamusal alanda görünür kılındı:

“Toplumun, devletten aileye, eğitimden medyaya kadar tüm kurumlarına şekil veren ataerkil değerler açığa çıkarıldı, protesto edildi. Bu konularda bilinçlenme farklı sınıflardan, farklı etnik kimlik veya farklı dini inanç sahibi kadınlar arasında arttı.

“Kadınların mücadele yöntemleri de çeşitlendi. Kadınlar kadın olmaktan doğan sorunlarına dikkat çekmek ve çözüm bulmak amacıyla etkinlikler düzenlediler. Zaman içinde internette oluşturulan feminist ağlar mücadeleye, direnişe güç kattı”.

 

Mücadele cumhuriyetten önce başladı

Cumhuriyet kurulmadan önce, özellikle Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sürerken iş gücünde erkeklerin yerini kadınlar almaya başladı.

BBC Türkçe’ye konuşan sosyolog Prof. Ayşe Durakbaşa, bu dönemde eğitimli kadınların bankalarda, devlet bürolarında çalışmaya başladığını; bazı kadınların ise cephe gerisinde hemşire ya da hasta bakıcı olarak veya askeri giyim atölyelerinde çalıştığını, özellikle hayır kurumlarındaki faaliyetleriyle toplumsal hayatta önemli roller üstlendiklerini söylüyor.

Durakbaşa ayrıca 1917 Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin o dönem Müslüman bir toplumda yapılan en ileri aile hukuku düzenlemesi olarak tarihe geçtiğini, sonraki yıllarda aile hukuku ve kadın hakları reformlarında önemli bir başvuru kaynağı olduğunu belirtiyor.

Birinci Dünya Savaşı, dünyada da kadınlar için eşitlik ve seçme-seçilme mücadelesinde dönüm noktası oldu.

Milli Mücadele döneminde ise kadınlar hem siyasi hem de toplumsal görevler üstlendi, yayınlar yaptı.

“Sabiha Sertel’in Büyük Mecmuası’nın (1919-1920) çağdaşlaştırıcı misyonu, cumhuriyetin habercisidir” diyen Prof. Zafer Toprak, kadın mücadelesinin cumhuriyet fikrine ve onun yayılmasına pozitif etkisi olduğunun altını çiziyor.

Aynı şekilde cumhuriyetin ilanı ve sonrasında kabul edilen reformların da kadın mücadelesine büyük katkısı oldu.

Prof. Yeşim Arat, kadınların geleceklerine şekil vermek için irade gösterip mücadeleye başlamalarının millet egemenliğine, yani cumhuriyete meşruiyet kazandırdığını belirtiyor:

“Bu mücadele, böyle bir egemenlik fikrini besleyen bir girişim. Cumhuriyetin ilanı da kadınların mücadelesini verdikleri hakların kazanılmasının kapılarını açtı.”

1930’larda İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kadın öğrenciler.

Seçme ve seçilme hakkının peşinde

“Cinsel ayrıma dayalı geleneklere bağlı Müslüman bir toplumda kadın devrimini gerçekleştirmek için öncelikle zihniyet alanında bazı kalıpların yıkılmasını gerektiriyordu” diyen Prof. Ayşe Durakbaşa; Osmanlı’nın Batıcı, modernist, ilerlemeci erkek aydınları ile Şukufe Nihal, Ulviye Mevlan, Halide Edib, Müfide Ferid, Nezihe Muhiddin, Sabiha Sertel gibi kadın yazarların cumhuriyet aydınlanması için fikrî zemini hazırladığını belirtiyor.

Henüz ne Cumhuriyet ne de Halk Fırkası kurulmamıştı. Kadınlar Haziran 1923’te, Nezihe Muhiddin başkanlığında Kadınlar Halk Fırkası’nı kurdu. Ana hedefleri toplumsallaşma, eğitim ve ardından siyasetti.

Fıkra ismi kadınları siyasetle ilişkilendirmeyen çevrelerde yadırganmış, kadın ve erkek eşitliğinden yana olan bazı çevreler ise ülkenin cinsiyet ayrımı yapmaksızın tek parti çatısı altında birlik olmasından yana tavır almıştı. Ankara’nın fikri de bu yöndeydi ve kadınlara cemiyet kurmaları önerilmişti. Böylece Türk Kadınlar Birliği doğdu.

Birliğin Cumhuriyet döneminin en etkili kadın örgütü olduğunu söyleyen Durakbaşa, “programlarındaki amaçlardan birinin kadınlar için seçme ve seçilme hakkının kazanılması” olduğunu belirtiyor ve aslında Osmanlı feministlerinin de Batılı ülkelerdeki oy hakkı mücadelesini yakından izlediğini, kadın dergilerinde bu yönde yazılar kaleme aldıklarını söylüyor.

Kadınlar, Mütareke döneminde toplumsal olarak daha görünür hale gelmekle beraber, cumhuriyet ilan edildiğinde toplum kadın ve erkek eşitliği konusunda henüz ortak bir noktada buluşmuyordu.

30 Ekim 1930’da Türkiye’de kadınlar ilk kez belediye seçimlerinde oy kullandı.

BBC Türkçe’ye konuşan Doç. Dr. Ahmet Kuyaş, 1924’te kabul edilen yeni anayasanın hazırlıkları sırasında çoğunluğu Mustafa Kemal’in destekçilerinden oluşan Anayasa Komisyonu’nda hazırlanan seçmen maddesinin, “25 yaşını bitirmiş her Türk seçmendir” şeklinde olduğunu belirtiyor ve ekliyor:

“Yani o madde kabul edilse, kadınlar 1924’te seçmen olacaklardı. Ama meclis bunu üçte iki çoğunlukla kabul etmiyor. Madde komisyona geri gönderiliyor ve ‘25 yaşını bitirmiş, her erkek Türk seçmendir’ biçimini alınca ancak üçte iki çoğunluğu aşabiliyor”.

Kadınlar seçme hakkı için belediye seçimlerinde 1930’u, milletvekili seçimleri için ise 1934’ü bekleyecekti.

Durakbaşa, yine de Türkiyeli kadınların ne Jön Türkler dönemi ne de Kemalist Cumhuriyet’te, ABD’de ya da Avrupa’dakiler gibi etkin ve yaygın bir oy hakkı mücadelesi yürütmediklerini, militanca eylemlere girişmediklerini vurguluyor:

“İçinde yaşadıkları Müslüman toplumun muhafazakar eğilimlerine ters düşmemeye özen gösteren ılımlı bir yol izlemeyi tercih ettiler”.

Prof. Arat’a göre ise bu dönem “kadınların hak arayışlarında bir evreydi”:

“Reformlardan, o devirde Batılı modernleşme amacını güden devlet de, kadınlar da yararlandı. Doğası gereği, toplumsal hareketlerin sürekliliği olmuyor. Uygun şartlarda yükseliyor, sonra alçalıyorlar. Bunu da unutmamak gerek”.

Dönüm noktası 1926’da kabul edilen Medeni Kanun

Uzmanlara göre cumhuriyet döneminde kadın mücadelesinin dönüm noktalarından biri ve belki de ona en büyük katkıyı veren 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’du.

“Benim düşünceme göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra kadın hakları alanında en önemli ve radikal hamle, dini esaslara dayanmayan bir Medeni Kanun’un kabulüdür” diyor Durakbaşa. Yeni yasanın, aile hukukunun şeriat hükümleri çerçevesinden çıkarılmasının; yasaların da toplumla birlikte değişen kadın-erkek, evlilik ve aile ilişkilerine uyumlu bir biçimde değiştirilmesine olanak yarattığını da ekliyor.

“Cumhuriyet tarihinde kadın mücadelesi için başlıca kilit noktası laiklik projesiydi” diyen Prof. Yeşim Arat ise “Başta kadınlarla erkeklere, o dönemin değerleri çerçevesinde eşit yurttaşlık tanıyan Medeni Kanun’un 1926’da kabulü olmak üzere, laikliğin yerleşmesine destek olan tüm devrimler, kadınların hak kazanımlarına ivme verdi” diyor:

“Bu haklar mücadelelerinin altyapısını oluşturdu. Eğitimde birliğin sağlanmasından harf devrimine, halifeliğin kalkmasından tekkelerin kapatılmasına…Din ve devlet işlerini ayıran tüm devrimler, kadınların siyasal haklarını tanıyan kanunların hepsi çok önemliydi”.

1930’larda Latin alfabesiyle yazmayı öğrenen farklı yaş gruplarından kadınlar, İstanbul.

Ancak dini kuralların yanı sıra kültürel alışkanlıkların da cinsiyet eşitsizliği içeren yasalar üretebildiğini belirten Durakbaşa, “Nitekim 1926 yılında İsviçre’den alınan Medeni Kanun evlilik içinde kadını erkeğe bağımlı olarak tanımlıyordu, bazı kanun maddeleri de Türkiye toplumunun geleneksel ataerkil yapısına uyumlu hale getirildi” diyor.

Durakbaşa’ya erkeğin “aile reisi” olarak tanımlandığı aile düzeninde, cinsiyetçi rol paylaşımı benimsenmiş; erkeğe evi geçindirme yükümlülüğü, kadına da kocasının yardımcısı olma ve ev işlerinin sorumluluğunu üstlenme görevi verilmişti:

“Ayrıca evli kadının kocasının soyadını taşıması, mesleki faaliyette bulunmak ya da çalışmak için kocasının rızasını almak zorunda olması, mal ayrılığı ilkesi dolayısıyla evlilikte edinilen malların çoğunlukla kocaya ait sayılması, ortak evin yerinin seçiminde kocanın sözünün belirleyici olması gibi evlilikte erkeğe üstünlük veren kanun maddeleri bulunuyordu”.

‘Solun 1960 sonrası güçlenmesi kadın hareketi için önemli bir gelişmeydi’

Prof. Arat, solun 1960 sonrası güçlenmesinin kadın hareketi için önemli bir gelişme olduğunu söylüyor. Arat’a göre, sol hareket eşitlik fikirlerinin yayılmasını sağlarken ve Batı’da kadın hareketi gelişirken; kadınlar sol hareket içinde eşit olmadıklarının bilincine vardılar ve bu da bağımsızlıkları için mücadeleye davetiye çıkardı.

Prof. Durakbaşa, Türk Medeni Kanunu’ndaki eşitsizliklere itirazların ve değişiklik önerilerinin 1969’da Türk Kadınlar Birliği ve 1977’de Kadın Haklarını Koruma Derneği tarafından TBMM’ye iletildiğini ancak sonuç alınamadığını belirtiyor. Ardından 1980’lerin ortasında gelişen ikinci dalga feminist mücadele içindeki kadın örgütlerinin, 1993’te 100 bin imza toplayarak değiştirilmek istenen yasa maddeleriyle ilgili talepleri Meclis Başkanı’na sunduğunu ekliyor.

Fakat bu maddeler 2001’deki Yeni Medeni Kanun’a kadar değiştirilmedi.

Durakbaşa, 2003’te Yeni Ceza Kanunu’nda cinsiyet eşitliğine aykırı maddelerin büyük ölçüde kanundan çıkarıldığını, aynı yıl İş Kanunu’nda kadınlar lehine bazı düzenlemeler yapıldığını da hatırlatıyor.

AB üyeliği hedefleri ve bugün

Türkiye, 2011 yılında imzaladığı İstanbul Sözleşmesi’nden Mart 2021’de Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle çekilmişti.

Durakbaşa 2012’de, 1998’de yürürlüğe giren 4320 sayılı Ailenin Korunması Hakkında Kanun yerine, İstanbul Sözleşmesi hükümlerine uygun olarak hazırlanan ve kadınlara yönelik erkek şiddetini caydıracak hükümlerin uygulanmasıyla ilgili daha etkili yaptırımlar içeren 6234 sayılı Ailenin Korunması ve Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un kabul edildiğini hatırlatıyor. Bunların, “iktidarın Avrupa Birliği üyeliği hedefleri benimsemiş göründüğü ilk döneminde gerçekleştiğini” ekliyor.

Ancak Durakbaşa’ya göre bugün durum farklı:

“Bütün bu yasal gelişmeler bugün iktidarda olan AK Parti’nin kadın yandaşları tarafından da benimsendi ve desteklendi. Ancak iktidarın şu an yeni anayasa girişimi ve Medeni Yasa’nın özellikle Aile Hukuku ile ilgili maddelerini yeniden düzenlemeye yönelmesi, seküler feminist kadın hakları savunucuları tarafından mevcut yasaların eğilip bükülmesine ve hatta delinmesine dönük hamleler olarak görülüyor.

“Kadınların karşısında dinsel cemaatler, tarikatlar, ideolojik olarak siyasal iktidarla bütünleşik hareket eden ekonomik çıkar grupları, devasa bir teşkilat haline gelen ve din hizmetleri adı altında siyasal propaganda aygıtına dönüşmüş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, geçtiğimiz seçimlerde Cumhur İttifakı’na eklemlenen Yeniden Refah Partisi ve HÜDA PAR gibi kadın-erkek eşitliğini küfür gibi gören siyasi partiler, erkek haklarını savunduklarını iddia eden baskı grupları ve siyasal iktidarın hizmetinde, kadın karşıtı söylemi kadın hakları savunucularına karşı kullanan kadın sözcüler var”.

Kadına yönelik şiddet ve İstanbul Sözleşmesi

Arat, kadına yönelik şiddetin çok acil, çok boyutlu, kesin çözüm bekleyen en önemli sorun olduğunu belirtiyor:

“Bu konuda 100 yılda bir bilinçlenme oldu ama artık bilinçlenmenin ötesinde soruna çare bulunması gerek. Çarenin ne olduğu da malum. Siyasal iradenin uygulamaya geçmesi gerek. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin çözüm sürecine yeşil ışık yakan, meşruiyet veren, güçlendiren bir araçtı. Bunu yok ettiler. Yerine konan bir şey de yok.

“Türkiye toplumunda aile içi şiddet vakaları, çocuk istismarı vakaları artarken, insan hakları ve kadın hakları karşıtı söylem, siyasiler tarafından özellikle geçtiğimiz seçim döneminde çok rahatlıkla kullanılır oldu” diyen Prof. Durakbaşa da ayrımcı, nefret yüklü dil ve zihniyetin, “aileyi korumak adına” yasalara yerleştirilmeye çalışıldığını söylüyor:

“İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, AK Parti’nin MHP ile kurduğu ittifakla perçinlenen ve ‘milli beka’ söylemi diye ifade edilen, aslında her koşulda iktidarın bekası için muhaliflerin düşmanlaştırılması, ‘terörist’ olarak kriminalleştirilmesi, üstüne üstlük ‘sapkın’ olarak damgalanmasını da içeren siyasi şiddet iklimi içinde gerçekleşti.

“Türkiye’de neredeyse her gün bir kadın erkek şiddetine kurban giderken, şiddet kurbanları kendilerini koruyacak tedbirler içeren ve bu tedbirler için devletleri yükümlü kılan güçlü bir uluslararası yasa metninden mahrum edilmiş oldu”.

 
Prof. Ayşe Durakbaşa, “Bugün feminist olsun olmasın Türkiye’de yaşayan tüm kadınların, kadın hakları savunucularının devletin laik niteliğini bertaraf edecek politik hamlelerin karşısında durması gerek” diyor ve ekliyor:

“Kadınların, Anayasa’nın 10. Maddesi’ne 2004 yılında eklenen ‘Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür’ hükmüne uygun olarak, bu yükümlülüğü yerine getirmesi konusunda siyasi iktidara baskı yapması gerekiyor.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir